'Dosya: "Popülizm"'

Popülizm Neden Yükseliyor?

Popülizmin yükselişi karşısında siyaset bir yandan toplumsal taleplere cevap vermeye çalışırken öte yandan da insan hakları, inanç özgürlüğü, kültürel aidiyet benzeri değerlerin referandum konusu hâline sokulmasını engelleyecek bir koruma alanı yaratmak, ötekileştirmeyi engellemek zorunda.

Son yıllarda yükselişinden en fazla şikâyet edilen ideolojilerden birisi de şüphesiz “popülizm”. ABD’de Donald Trump’un başkan seçilmesi, Güney Amerika’da Nicolás Maduro ve Evo Morales benzeri liderlerin uyguladıkları siyasetler, İngiltere’de Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi’nin (UKIP) Brexit referandumunda belirleyici rol oynaması ve Kıta Avrupası’nda yabancı düşmanı, İslamofobik sağın güç kazanması gibi gelişmeler popülizmin olumsuz, hatta zararlı bir ideoloji olarak kavramsallaştırılmasına neden olmaktadır.

Buna ilaveten popülizmin eski dilde “avamfiriplik” olarak tanımlanan “halk dalkavukluğu” ve “demagogluk” kavramlarının karşılığı olarak kullanılması, söz konusu olumsuz algının artması, ona demokrasiye yönelik tehdit biçiminde yaklaşılması neticesini doğurmaktadır.

Popülizm-Demokrasi İlişkisi

Günümüzde gözlemlenen olgu popülizmin “sağ-sol,” “şehirli-kırsal bölge sözcüsü” benzeri sınıflamaların ötesinde yükselmesidir. Popülist liderler iktidara gelmekte, popülist partiler ise oy oranlarını çarpıcı biçimde artırmakta ve merkezdeki siyasal yapıları kendi tezlerine yaklaştırmaktadır.

Yükselen popülist yapılanmaların bir bölümü -örneğin Avusturya Özgürlükçü Partisi (FPÖ)- geçmiş popülist mirası sahiplenirken, bazıları ise -mesela İsveç Halk Partisi- mülteciler ve İslam karşıtlığı gibi “yeni” gelişmeler etrafında şekillenmektedir.

Benzer şekilde popülizm Bolivya’da kırsal bölgelerin şehirlere başkaldırısı biçimini alırken, İtalya’da Kuzey Ligi (Lega Nord) benzeri partiler gelişmiş şehirleri barındıran bölgelerin ayrılıkçı söylemini siyasete taşımakta, ABD’de ise “Tea Party”nin temsil ettiği “sağ” popülizm kadar “Occupy” hareketi benzeri “sol” popülizm de revaç bulabilmektedir.

Diğer bir ifade ile popülist söylem neo-Naziler ve İslamofobik sağ gruplardan anti-emperyalist solculara, modern olmayanlardan ayrılmak isteyen üst sınıf şehirlilerden modernlik karşıtı yoksul köylülere, lider peşinde koşan kalabalıklardan hiyerarşisiz yapılanmalara, 19. yüzyıl Rus Narodnikleri gibi “yukarıdan aşağıya” ya da günümüz Amerikan “grassroot” hareketleri gibi “tabandan elite” örgütlenen topluluklara ulaşan bir yelpazede kullanılmakta, iktidar seçeneği ve iktidar olabilmektedir.

Popülizmin kavramsallaştırılmasından kaynaklanan sorunlara karşılık onun yabancı düşmanlığı benzeri “olumsuz” eğilimleri güçlendirebildiği kadar siyaset sınıfı ile yönetilenler arasındaki kanallara işlerlik kazandırarak demokrasinin işlemesine de yardımcı olabildiğinin altını çizmek gerekir. Bu açıdan bakıldığında popülizme yönelik eleştirilerin seçkinler yönetimi savunusuna dönüşümü gibi bir tehlike taşıdığı da gözden uzak tutulmamalıdır.

Popülizmi, nativizmi araçsallaştıran ve Yahudi düşmanlığı gibi irrasyonel siyasetler üreten fanatik, pro-faşist bir ideolojiye indirgemek Richard Hofstadter’in çalışmalarından beri yaygın kabul görmektedir.

Buna karşılık Michael Kazin’in yaptığı tasniften yola çıkacak olursak popülizm tarih boyunca “geleneksel değerler”i sahiplenen “nativist eylemcilik” kadar, çalışan kitlelerin haklarını ve katılımcı siyaset isteklerini dile getiren demokratik hareketler tarafından da araçsallaştırılabilmiş bir ideolojidir. Benzer şekilde popülizm, siyasal seçkinler sınıfının göz ardı ettiği toplumsal isteklerin dile getirilebilmesini sağlamanın yanı sıra bu taleplere cevap verme iddiasıyla ortaya çıkan karizmatik liderlerin otokrasiye yönelebilmesini de mümkün kılabilmektedir.

Bu nedenle popülizme, “at sepete” yöntemiyle bu kavramla ilişkilendirilen tüm siyasal hareketleri açıklayacak bir sınıflama yerine farklı söylemler kullanabilen ve demokrasi ile ilişkisi “katkı” ya da “tahrip” çerçevesinde gerçekleşebilen bir ideoloji olarak yaklaşmak anlamlıdır.

Nitekim Cas Mudde ve Rovira Kaltwasser çok sayıda Avrupa ve Güney Amerika ülkesini kapsayan araştırmalarında popülizmin, “demokrasiye tehdit” olabileceği kadar “demokrasiyi düzeltici” rol oynayabileceğini de ortaya koymuşlardır.

Popülizmin Geçmişi

Popülizmin günümüzdeki yükselişi onu güncel ve post-modern toplumun doğurduğu bir olgu olarak tanımlamamıza neden olmamalıdır. Rusya’da Narodnichestvo ideolojisi 1870’lerde hatırı sayılır bir entelektüel tabana sahip olmuş, Amerikan Popülist Partisi 1890 yılında kurulmuş, iki savaş arası dönem Avrupası’nda popülizm altın çağını yaşamış, aynı zaman diliminde ABD’de Louisiana eski valisi Huey Long’un “Share Our Wealth” hareketi milyonlarca destekçi bulmuş, New Deal benzeri popülist programlar uygulanmış, 1930-50 yılları arasında Juan Perón, Lázaro Cárdenas ve Getúlio Vargas benzeri liderler bu ideolojiyi Güney Amerika’nın önde gelen toplumlarında siyasete egemen kılmıştır.

II. Dünya Savaşı popülist kitlesel siyasetin sonunu getirmekle kalmamış, Avrupa’da sosyal demokrasilerin yükselişi, tedricen pozitif ayrımcılık yaklaşımının kabul görmesi, Güney Amerika siyasetindeki dönüşüm ve ABD’de yaşanan Civil Rights hareketi onun bir ideoloji olarak da marjinalleşmesine yol açmıştır.

Bunun neticesinde 1960’lara gelindiğinde popülizm bir ideoloji olarak sembolik oy oranlarına sahip partiler ve Pierre Poujade benzeri “ortalama vatandaş”ın ekonomik çıkarlarını savunma ya da George Wallace gibi “beyazların üstünlüğü”nü koruma merkezli siyasetler geliştiren, ancak etkileri sınırlı kalan liderlere indirgenmiş durumdaydı.

1970’li yıllarda İsveç, Finlandiya, Norveç ve İzlanda’da vergi karşıtı partilerin zemin kazanması ile Jean-Marie Le Pen’in 1972 senesinde kurduğu Ulusal Cephe’nin (Front National) tedricen Fransız milliyetçi hareketine egemen olması bu alanda yeni bir çığır açmış, 1980 sonrasında ise aşırı sağ eğilimli, göçmenler ve sonrasında ise Müslüman düşmanlığı temelli siyasal hareketler tüm Avrupa’da iktidar alternatifi hâline gelmiştir. Aynı süreçte Güney Amerika’da “el pueblo ‘oligarquía’ya karşı” söylemini kullanan popülist liderler iktidara gelmişlerdir.

Popülizm Neden Yükselişte?

Bu açıdan değerlendirildiğinde popülizmin iki savaş arası dönem sonrasında ikinci altın çağını yaşadığı yorumu yapılabilir. Bunun ise değişik toplumsal, kültürel, ekonomik ve siyasal nedenleri bulunmaktadır.

İlk olarak, post-modern toplumsal dünya değerleri, çokkültürlülük ve küreselleşmeye yönelik nativist tepkilerin altı çizilmelidir. Bir diğer ifade ile popülizm çokkültürlülüğü hazmedemeyenlerin yeni söylemidir.

Bilhassa Avrupa ve ABD’de çokkültürlülük ve küreselleşmenin “Batı kültürünü tehdit ettiği” ve “gelişmiş toplumlar zararına” işlevselleştirildiğini düşünen geniş kitleler ortaya çıkmıştır.

Popülizm bu toplumlarda çokkültürlülüğü “fakir,” “düşük kültür,” “ilkel inanç sistemleri ve davranış kalıplarına sahip” kitlelerle beraber yaşamanın “dayatılması” olarak yorumlayanlara siyasal kanallar açmaktadır. Avrupa sağı ve Amerikan Tea Party hareketi benzeri popülist hareketler böylesi bir “savunmacılık” ve “korumacılık”ı dile getirmektedir. Bu savunmacılığın temel hedefi de göçmenler ve “medeniyetler çatışması” temelinde ötekileştirilen Müslümanlar olmaktadır.

Popülizm ikinci olarak, kendi çıkarlarını maksimize etmeye çalıştığı iddia olunan siyaset sınıfı ile parti oligarşilerinin tahakkümü altındaki merkez partilerine duyulan tepkinin dile getirilmesine yardımcı olmaktadır. Neo-liberal iktisat siyasetlerinin, iki savaş arası dönemde yaşanan ekonomik krizlere benzer tıkanmalar içine girmesi de popülizme yönelik ilgiyi artırmaktadır.

Popülizm, büyük şirketler ve oligarşik iktisadi yapılanmalar ile “ortalama vatandaş”ın çıkarları aleyhine iş tuttuğu düşünülen geleneksel siyaset kutuplarına karşı üçüncü bir seçenek sunmaktadır.

Son ABD başkanlık seçimlerinde görüldüğü gibi, Demokratik Parti aday adayı Bernie Sanders bu söylemden fazlasıyla yararlanmış, Donald Trump ise seçimi, Cumhuriyetçi Parti seçkinlerinin de dâhil olduğu “siyaset sınıfı”na yönelik “Bataklığı Kurut” sloganını kullanarak kazanmıştır.

Göran Adamson’un Avusturya Özgürlükçü Partisi üzerine kaleme aldığı çalışmasında vurguladığı gibi popülist neo-faşist partilerin yükselişi aynı zamanda siyasal seçkinler ve onların kontrol ettiği merkez siyasetin başarısızlığı anlamına gelmektedir. İki savaş arası dönemden beri dünya siyaseti ilk kez merkezdeki örgütlenmelerin toplum tarafından bu denli sorgulandığı ve suçlandığı bir dönemden geçmektedir.

Bunların yanı sıra popülizm Antik Yunan’dan beri bir “ideal” olmanın ötesine gidemeyen “doğrudan demokrasi” taleplerinin dile getirilmesinde kullanılan bir araç hizmeti sunmaktadır. Popülizm, iletişim devriminin toplumsal örgütlenmede yeni ufuklar açtığı ve yatay katılım kanallarını alabildiğine genişlettiği bir dünyada, “çoğunluk diktatörlüğü”nü önleme hedefli “Madison”cu demokrasinin “ortalama toplum üyesi” üzerine getirdiği sınırlamaları esnetmeye çalışan eylemcilik biçimini alabilmektedir.

Popülizmin Evrimi

Popülizmin küresel yükselişini “demokrasi”, “çok kültürlülük” ve “toplumsal eşitlik”e ciddi tehditler getiren bir gelişme olarak görmek mümkündür. Buna karşılık, bu gelişme daha katılımcı siyaset ve profesyonelleşmeyen bir siyaset sınıfı talepleri benzeri toplumsal isteklerin iletilmesine de aracı olmaktadır.

O nedenle popülizmin hangi biçime evrileceğini siyaset sınıfının ona vereceği cevap belirleyecektir. Siyaset daha katılımcı bir boyut kazanabilir, siyaset sınıfı “ortalama vatandaş” ile sadece dikey değil yatay kanalları da işleterek iletişime geçebilir ve onların taleplerini cevaplamaya yönelebilirse popülizm “demokrasi açığı”nı kapatıcı bir işlev görebilir.

Buna karşılık popülizmin nativist yaklaşımları ve Manichean “iyi olan biz,” “kötü onlar” sınıflamaları çerçevesinde kabarttığı düşmanlıkların yaygınlaşması iki savaş arası dönem senaryolarının farklı bağlamlarda tekrarına neden olabilir. Bu alandaki en ciddi tehdit bu tür düşmanlıklar ve ötekileştirmelerin marjinallikten kurtulup, merkez siyaset tarafından da benimsenmesidir.

Bu nedenle siyaset, bir yandan toplumsal taleplere cevap vermeye çalışırken öte yandan da insan hakları, inanç özgürlüğü, kültürel aidiyet benzeri değerlerin “referandum konusu” hâline sokulmasını engelleyecek bir koruma alanı yaratmak, ötekileştirmeyi engellemek zorundadır. Yaşadığımız gelişmeler, söz konusu dengeyi kurmanın ne denli zor olduğunu ortaya koymaktadır. Bunu gerçekleştirmeye çalışırken, popülizmin bundan önceki yükselişinde bu dengenin tesis edilememesinin neden olduğu yıkımdan önemli dersler alınması zorunludur.

Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Diğer Gündem Yazıları

Son Yüklenenler