'Dosya: "Tepkiselliği Aşmak"'

Oryantalistler Haklı Olabilir Mi?

Tepkisellik vatandaşlık sorumluluğunu ikame ediyor. Oysa gerçekte vatandaşlık sorumluluğunu üstlenebilmek için kamusal alanda farklılıklarla yapıcı bir birliktelik inşa edebilme becerisi şart.

11 Nisan 2017 Etyen Mahçupyan

Geçmiş iki yüzyılda Türk modernleşmesinin temel ikilemlerinden biri Batı’ya ne kadar benzeyip benzememek gerektiği üzerine yaşanmıştı ve hâlâ da bu ikilemi aşmış olduğumuz söylenemez. Batı’nın hangi yönlerinin hangi ölçekte benimsenmesi gerektiği önemli bir problem olarak gözüküyordu, çünkü başta askerî ve endüstriyel nedenlerle, belirli bir miktar benzemenin “şart” olduğu düşünülüyordu. Diğer taraftan Batılılığın aynı zamanda bir kültür, ahlak ve zihniyet ima ettiği de açıktı ve bundan etkilenmemek, hatta kendimizi Batı’nın söz konusu yönlerinden sakınmak gerektiği kanaati de çok güçlüydü.

Soru Batı’nın kültürel değerlerini bir kenara koyup “teknik” başarılarını benimsemenin ne denli mümkün olduğuydu. Bilindiği üzere bu, 19. yüzyılın ikinci yarısından bu yana bitmeyen, bugünlerde aşılmış gözükse de aslında zihnimizin kenarında durup bizleri sürekli rahatsız eden bir soru. Çünkü bunun mümkün olmadığını biliyoruz, ama öte yandan da sırf teknik gelişme uğruna kültürümüzden uzaklaşmayı kendimize yediremiyoruz.

“Oryantalist Batı” Yaftası

Bu noktada bizi rahatlatan bir unsur Batı’nın oryantalizmi oldu. Genelde oryantalizm kalıplaşmış bir ön yargı olarak mahkûm edilir. Gerçekten de birçok Batılının Doğu’yu kategorik olarak “ikinci sınıf” addeden ve bunu Doğu’nun fıtratına bağlayan tavrı bir tür ırkçılığa karşılık gelir. Ancak oryantalizmin aynı zamanda yoğun bir biçimde eleştirilmesi bizleri rahatlatan bir yumuşatıcı atmosfer de yarattı. Batı’yı oryantalist olarak yaftaladığımız ölçüde, kendimiz üzerine düşünmekten vazgeçmenin meşruiyetini üretme şansı yakaladık ve buna sığındık. İşin garibi bu tavrımız oryantalist bakışı haklı çıkartıyordu. Ötekini tanımlama ve yargılama gayretimiz, kendimizi güvenli bir alanda koruma altına almamızı da sağlıyor ve neredeyse kendimizi eleştiri dışı, dokunulmaz hâle getiriyordu. Oysa Batı’daki gelişmenin ana kaynağı özeleştiriydi ve teknik denen alandaki başarının temeli de buydu. Osmanlı döneminden bu yana fikir insanları bunun farkındaydılar. Sorun eleştiri geleneğinin bilimle olduğu kadar sekülerleşme ile de bağlantılı olmasıydı. Sekülerleşme dinden uzaklaşmayı ifade ediyor ve bu da kültürden kopuş anlamına geliyordu.

Bu arada Batı da bir ırkçılık deneyimi yaşadı, normlar değişti ve oryantalizm daha “ince” ve “keskin” hâle geldi. Doğu’nun kültürleri kendi içinde değerliydi, ayrıca Doğu geçmişte büyük bilimsel buluşlar da sergilemişti ama eleştiriyi sistemleştirememişti. Artık gerçek suçlu din değildi. Asıl sorun dindarların üretmiş olduğu kültürde, ben ve öteki algısında, özgüvendeydi. Böylece Batı bir anlamda Doğu’yu yeniden yarattı.

İtiraf edeyim ki bu son cümle, içinde doğruluk payı olmakla birlikte, yüreğimi ferahlatan bir tınıya da sahip. Sanki Doğu’nun tüm eksikleri Batı’nın algısı nedeniyle ortaya çıkmış gibi. Ne var ki bu kanaate yaslandığımız sürece bizi rahatsız eden, ancak maddi temeli de olan bir hiyerarşinin alt katmanına sıkışıp kalacağız.
Dolayısıyla tarihsel bir “cesaret anı”na ihtiyacımız var. Doğu ve Batı karşıtlığının bizatihi oryantalizm olduğunu başkalarına söylesek de, bizim bunun üzerine düşünmemiz, eleştiri kültürünün nasıl yerleşeceği üzerine yoğunlaşmamız lazım. Sekülerleşmenin dinden uzaklaşma olduğu beklentisine takılıp buna karşı çıkmak değil, sekülerleşmenin dindarlıktan bağımsız olarak zihinsel bir özgürleşme olduğunu idrak etmemiz lazım.

Batı’ya Taşınan Anadolu

Bu tür tarihsel cesaret anları hemen her zaman kanıksanmış deneyimlerin dışına çıkan karşılaşmalar yaşandığında ve yine hemen her zaman bu karşılaşmaları taşıyan yeni kuşaklarla ortaya çıkar. Anadolu halkı Batı hayatının içinde olmaya hiçbir zaman yabancı değildi. Ancak ya orada kendi
kültürünü hakim kılarak ya da kişisel uyum sonucu kendi kültürünü Batı’nınki içinde eriterek var oldu. 20. yüzyıl Anadolu halkına ilk kez “azınlık” olarak Batı dünyası içinde kendi topluluğunu oluşturma, cemaatleşme ve kültürleşme fırsatı tanıdı. Yüzyılın sonuna doğru belirginleşen küreselleşme ise Batı dünyasını tedrici şekilde de olsa şu yaşadığımız süreçte Anadolu’ya taşıyor.

Bu karşılaşma Türkiyeli insanların Batı’da doğal olarak direnç dinamikleri, kendini sakınma ve saklama taktikleri, “yolunu bulma” yöntemleri geliştirmelerine neden oldu. Türkiyeliler barınma ve yerleşme safhasından tutunma ve alan açma safhasına geçtiler. Tabiri caizse Batılılaştılar ve bunun külliyen kötü bir şey olmadığını, kendileri kalarak da Batılı olunabileceğini, giderek bugünün dünyasına ait olmanın Batı/Doğu ikilemini aşmanın yolu olduğunu kavramaya başladılar. Buna karşılık Türkiye coğrafyasında sınanmamış şişkin bir özgüvenin yeşermesine tanık olduk. Alan açma dinamiği ile başlayan bu dönem şimdi yeniden bir içe kapanmanın sinyallerini yansıtıyor.

Dolayısıyla şimdi aynen 20. yüzyılın başındaki gibi bir kırılmanın eşiğinde olduğumuzu, buradan hayal kırıklıkları kadar büyük başarıların da çıkabileceğini hissediyoruz. Bir yandan ötekine yönelik kategorik düşmanlıklarla tatmin olabiliyor, diğer yandan yeniden soru sorma, kendimize eleştirel gözle bakma, varoluş hâllerimizi süzgeçten geçirme ihtiyacı duyuyoruz.

Bu sürede doğrulara ilişkin normlarımız da gelişti ve yaygınlaştı. Uygulamasak bile neyin doğru olduğunu biliyoruz. Ancak pek de şaşırtıcı olmayan bir biçimde önce kolay yola sapıyor ve bize doğru davranılmasını isterken, kendimize yönelik hamasi bakıştan uzaklaşmak istemiyoruz. Hâlâ tarihi bizim yaptığımız iyiliklerle, başkalarının yaptığı kötülüklerin bileşkesi sanabiliyoruz. Şikâyet ediyor ama yapıcı eleştiriye enerji vermiyoruz.

Soru artık zor olan yola girmeye hazır olup olmadığımızdır. Bunun için yüzleşmemiz gereken temel bir meselemiz var. Kamusal alanla olan travmatik ilişkimizi samimiyetle gözden geçirmemiz, korkusuzca eleştiriye açmamız ve çıkacak sonuca gözümüzü kapatmamamız gerekiyor.

Osmanlı cemaatsel ve hiyerarşik bir toplum yapısını ifade ettiği ölçüde, kamusal alan kavramını da her cemaatin kendi iç alanında hukuksal zeminde tanımlamıştı. Cemaatler arasındaki ilişkiler ise doğrudan devlete ait bir alanda cereyan ediyordu. Öte yandan fiziksel alan mahrem ile namahrem, özel ile kamusal arasında bölünürken özeli “evin içi” olarak görmekteydi. Bu anlayış bizleri özeli alanımızın dışındaki dünyaya ontolojik olarak yabancılaştırdı. O dünyayı gözlemliyor, yanlışlarını görüyor ve bu yanlışlardan şikâyet ediyorduk, ama o dünyayı kendimize ait hissedemiyorduk. Evimizin dışı, “sokağın kaldırımları” bize değil devlete aitti. Sorumlusu oydu.

Cumhuriyetle birlikte gelen vatandaşlık kavramı söz konusu algıyı değiştirmedi. Hatta Cumhuriyet’in baskıcı otoriter rejimi nedeniyle daha da kendi küçük dünyamıza doğru gerilemenin akılcı olduğu bir dönem yaşadık. Sonrasındaki demokratik “açılım” ise hiçbir zaman kamusal alanın “sahibi” özgüvenli bir vatandaş tipolojisi üretemedi. Aksine bürokratik vesayet o alana hâkim oldu. Devlet daha uzun yıllar vatandaşa nasıl düşünmesi, konuşması ve davranması gerektiğini söylemeye ve buna uymayanları cezalandırmaya devam etti.

Kendini Yönetmeye Ehil Olmayan Halk

Türkiye’de yönetim sistemi, doğruları bilmeyen ve kendini yönetmede ehil olmayan bir halkın devlete intisap etmiş ya da onun çeperine yerleşmiş ehil bir kadro tarafından yönetilme zorunluluğuna dayandırılmıştı. Ancak bu yapının hâlâ üzerimizden atamadığımız üç temel sonucu oldu:

Birincisi kendimizi “vatandaş” olarak görmekten çok hoşlansak da aslında henüz vatandaş olmadığımız ve bunun nasıl bir şey olduğunu keşfetmenin eşiğine belki de ancak yeni geldiğimizdir. Vatandaşlığın fıtratımızdan kaynaklanan değil, kazanılan bir hak olduğunu idrak ettiğimiz henüz söylenemez. Bu kazanım kamusal alana çıkarak, onu sahiplenerek ve yeniden üretilme sürecine müdahale ederek edinilebiliyor. Bir arada yaşamayı, aykırılıklara tahammül etmeyi öğrenme, uzlaşmayı arama, ötekini kendine gerçek anlamda eşit görme gibi vatandaşlık hasletleri olan biteni uzaktan seyrederek değil, olayların parçası olarak ve emek vererek elde edilebiliyor. Toplum olmanın ve toplumsal “olgunlaşmanın” ön koşulu bu. Bizim böyle bir deneyimimiz hiç olmadı denemez. İkinci Meşrutiyet’e giden yıllar verimli bir atmosferin habercisiydi. Ama taşınamadı. Kimliğimizi kaybetme korkusu kişiliğimizden taviz vermemizle sonuçlandı. Böylece “çocuk” kaldık.
İkinci olarak yönetimde yer almanın kendiliğinden hiyerarşik, neredeyse “manevi” bir üstünlük ima etmesiyle birlikte, devletin içinde kendilerine yer bulanlar ellerindeki gücü kendi kişiliklerinin uzantısı kıldılar. Yönetiyor olmaları kendilerini “iyi yönetici” sanmaları ile sonuçlandı. Keyfiliğin açtığı yollar akılcılığı, ortak aklı, sağduyuyu ilk fırsatta yönetim anlayışının dışına itebildi. Böylece hasbelkader gücü ele geçirmiş farklı liderlerin kendi “cahiliye” seviyelerine göre toplumu şekillendirmeye çalıştığı dönemlerden oluşan bir yakın tarihimiz oldu. Meşruiyetini ataerkil zihniyetten alan bu yapılanma oportünizmin devlete nüfuz etmesine yol açtı ve günümüzde apaçık hâle gelen bir yozlaşma ile karşılaştık.

Nihayet üçüncü nokta, ilk iki sonucu sarıp sarmalayan, aile geleneklerimizden eğitim sistemimize kadar uzanan, her alanda kılcal damarlara girmiş bir entelektüel sığlıktır. Bugün Batı ile aramızdaki temel fark, Batı’da sıradan bir içselleştirme ile edinilen bilgi ve düşünmeye ilişkin entelektüel zeminin bizde mevcut olmamasıdır. Doğrularla, olması gerekenlerle ilgili saptamalar yaparken bir eksiğimiz yok. Ama gerçekliğe mesafe alma, analiz etme ve değerlendirmede sıkıntı yaşıyor, etrafta gördüğümüz meşrebi bize uygun herhangi bir yüzeyselliğin içine girerek kendimizi rahatlatıyoruz. Aslında genel olarak düşünmeyi bilmeyen, düşünülmüş olduğu farz edilen cümleleri yan yana getirmeyi düşünme zanneden bir yetişme dinamiği içinde yoğruluyor ve bunun toplumsal bedelinin bile farkına varmayabiliyoruz.

Tepkiselliğin Vatandaşlık Sorumluluğunu İkame Etmesi

Yukarda ele alınan üç unsur Türkiye’de ve “Türkiyelilerde” cemaatçiliğin devam etmesi, kamusal alanın uzağında kalmanın kanıksanması, şikâyete dayanan bir tepkiselliğin vatandaşlık sorumluluğunu ikame etmesi ve birlikte toplumsal çözümler üretme yeteneğinin güdük kalmasına neden oldu.

Temel hak ve özgürlüklerin, evrensel ve demokratik normların ne olduğunu artık biliyor ve kendimiz için istiyoruz. Haksızlıklara tahammülümüz yok ve bunları bir aşağılama olarak yaşıyoruz. Eşit olmak istiyoruz ama aslında “bize” eşit davranılmasının peşindeyiz. Kendimizin nasıl davrandığı konusu zihin dünyamızda ikincil kalıyor. Kendimize mesafe almaktan, gördüğümüzü açıkça kamusal alana taşıyarak söylemekten pek hoşlanmıyoruz.

Ne var ki sergilediğimiz tepkiselliğin vatandaşlık olduğu sanısı büyük bir tuzak. Daha bilinçli bir çocuk gibi davranmamızla olgunlaşma arasında epeyce fark var. Tepkisellik insanı oyalayan, iyi hissettiren ama aldatıcı bir özellik… Kendimizden memnun olduğumuz, sorunların sorumlusu olarak başkalarını tanımladığımız ölçüde oryantalistlerin bizi yerleştirdiği yere demir atma ihtimali ile karşı karşıyayız.

Batılı olmak, “Batılılaşmak” zorunda değiliz… Önümüzdeki bahis özeleştiriye açık, kendisine nesnel bakabilen Doğulular olup olamayacağımız. Önümüzdeki bahis kamusal alanla ve kamusal alanda yapıcı, inşa edici bir işlev görüp göremeyeceğimiz ve bunu bize benzemeyenlerle birlikte yapmaya ne denli hazır olduğumuz. Ve tabi önümüzdeki bahis bu işe önce kendimizden, yönetim biçimimizden, zihniyetimizden ve entelektüel vasatlığımızdan başlama iradesi gösterip gösteremeyeceğimiz.

Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Diğer Gündem Yazıları

Son Yüklenenler