"Kudüs"

Kudüs’ün Uluslararası Hukuktaki Konumu

Trump’un Kudüs kararı uluslararası toplumda infial yarattı. Karar, sadece tarihi açıdan değil, uluslararası hukuk açısından da oldukça hatalı.

1993’te İsrail ve Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı (22 Kasım 1967) kararı uyarınca kalıcı bir anlaşmaya varılmasına yönelik müzakereleri öngören Geçici Yönetim Düzenleme İlkeleri Bildirgesi’ne imza attı. 1967’deki Altı Gün Savaşları’nın ardından yürürlüğe giren ve güç kullanarak toprak ilhakını engelleyen bu karar ile İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesi gerekiyordu. Filistin Kurtuluş Örgütü, İsrailli yetkililerle İlkeler Bildirgesi’yle eş zamanlı olarak yaptığı mektuplaşmalarda 242 sayılı kararı açıkça kabul etti. Bu durum, Filistin’in prensipte Batı Kudüs’ün meşru bir şekilde İsrail topraklarında yer aldığını ve nihai statü müzakerelerinde değişikliğe konu olabileceğini kabul ettiğini gösteriyordu. Kudüs’e ve sınırlara dair sorular yakın zamanda sonuçlanması mümkün görünmeyen bu müzakere sürecinin nihai safhasının konusu olarak çözüm bekliyor.

6 Aralık 2017’de ABD Başkanı Donald Trump, 1995 Kudüs Elçiliği Yasasında yer alan Kongre önerisine uygun olarak Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdı. Trump, her devletin kendi başkentini belirleme hakkı olduğunu ve İsrail’in, kurulduğu günden beri Kudüs’ü başkent olarak kabul ettiğini söylediği açıklamasında, “Kudüs’teki İsrail egemenliğinin sınırları veya tartışmalı sınırların çözümü de dâhil olmak üzere nihai statü meseleleri konusunda herhangi bir tarafı tutmuyoruz. Bu sorunlar muhatap tarafları ilgilendirir.” dedi.

Uluslararası hukuka göre her devletin başkentinin yerini belirleme hakkı olduğu iddiası samimiyetten oldukça uzak. Zira bir devlet ancak “egemenliği altındaki topraklarda” bunu yapabilir. Aksi takdirde Rusya Federasyonu Washington’ı ya da Fransa Londra’yı başkent olarak ilan edebilirdi. Dolayısıyla burada sorulması gereken iki temel hukuki soru mevcut: Birincisi, Kudüs’ün uluslararası hukuki statüsü nedir? İkincisi ise Başkan Trump “Kudüs” derken ne(re)yi kastediyor?

Kudüs’ün Statüsünü Değiştiren Eylemler Hukuken Geçersiz

Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıması beyanı, uluslararası toplum tarafından reddedildi. 18 Aralık 2017’de yapılan BM Güvenlik Konseyi toplantısında Amerika Birleşik Devletleri hariç tüm üyeler Trump’ın açıklamasını sert şekilde eleştirerek, yapılanın uluslararası hukuka aykırı olduğunu ilan ettiler. Ayrıca toplantıda Kudüs’ün uluslararası statüsüyle ilgili daha önceki Güvenlik Konseyi kararlarını onaylayan karar taslağı da oybirliğiyle kabul edildi. Taslakta, “Kudüs’ün, ilgili Birleşmiş Milletler kararlarına uygun müzakereler yoluyla çözülecek nihai statü konusu olduğu vurgulanır …” ve “Kutsal şehir Kudüs’ün karakterini, statüsü veya demografik bileşimini değiştirme iddiasında bulunan herhangi bir karar ve eylemin hukuki bir etkisi ve bağlayıcılığının bulunmadığı ve bunun Güvenlik Konseyinin ilgili kararları uyarınca iptal edilmesi gerektiği onaylanır.” deniliyordu.

Bu karar tasarısı, Amerika Birleşik Devletleri tarafından veto edilse de, BM Genel Kurulu 21 Aralık 2017’de ezici bir çoğunlukla benzer şartlara haiz bir karar tasarısını 9 ret oyuna karşı 128 kabul ve 35 çekimser oyla kabul etti.

Kudüs, Corpus Separatum Mu?

Güvenlik Konseyi tartışmalarında bazı üyeler, Birleşik Krallık’ın Filistin Mandası’ndan derhal çekilmesini ve bu bölgenin Arap ve Yahudi Devleti olarak ikiye bölünmesini öngören BM Genel Kurulu 181 sayılı (II) (29 Kasım 1947) kararına atıfta bulundu. Buna göre Kudüs, iki devlete de dâhil edilmeyecek, BM himayesinde uluslararası bir statüye sahip olacaktı. Böylece “Kudüs şehri, özel bir uluslararası yönetim altında bir corpus separatum (bölünmüş beden, özel yönetimli şehir) olarak ele alınıp Birleşmiş Milletler tarafından yönetilecek”ti.

Çeşitli nedenlerden ötürü 181 numaralı karar hiçbir zaman resmî olarak uygulanmadı. Ancak İsrail 14 Mayıs 1948’deki bağımsızlık bildirisinde aynı karara dayanarak Birleşmiş Milletlerin “Yahudi halkına kendi devletini kurma hakkını tanıdığını, bunun vazgeçilmez bir hak olduğunu” beyan ediyordu. Uluslararası Adalet Divanı, işgal altındaki Filistin topraklarında duvar inşa etmenin yasal sonuçlarına dair tavsiye görüşünde de (2004) (paragraf 71), İsrail’in 181 numaralı karara dayanarak bağımsızlığını ilan ettiğine atıfta bulunuyordu. Benzer şekilde Filistin cephesi de, 15 Kasım 1988’de Cezayir’de kabul edilen Filistin Ulusal Konseyi bağımsızlık ilanı bildirgesinde 181 sayılı kararın “hâlen Filistinli Arap halkının ulusal egemenlik ve bağımsızlık hakkının hukuksal temelini oluşturduğuna” vurgu yapıyordu.

1967 Altı Gün Savaşları sonucunda İsrail Batı Şeria, Doğu Kudüs ve Gazze’yi işgal etti. 27 Haziran 1967’de, çatışmaların sonlanmasından kısa bir süre sonra İsrail Parlamentosu Knesset, “Devletin hukuk, yargı alanı ve idaresini, hükûmet tarafından belirlenen Eretz İsrail’e (İsrail Diyarı) ait her alanı kapsayacak şekilde genişletebilmesine” imkân sağlayan Hukuk ve Yönetim Yasası’nı (Değişiklik No. 11) yürürlüğe koydu. Ertesi gün, daha önce Ürdün yönetimi altında bulunan Doğu Kudüs’ün de dâhil edildiği Kudüs şehrinin yeni sınırları ilan edildi. Ardından, Temmuz 1980’de Knesset Meclisi, Kudüs’ü “tam ve birleşik olarak İsrail’in başkenti” olarak tanımlayan “Temel Yasa: İsrail’in başkenti Kudüs” adlı yasayı kabul etti. Bu hüküm, 2000 yılında değiştirilerek, genişletilmiş belediye sınırları içerisinde bulunan Kudüs’ün herhangi bir bölgesinin “kalıcı olarak veya tahsis edilen bir süre boyunca, siyasi, idari veya benzer herhangi başka türde yabancı bir bünye”ye aktarılmasının önüne geçmek amacıyla yenilendi. Halihazırda Knesset’in gündeminde, “mücavir yerleşim bloklarını da dâhil edecek ve böylece ilgili bölgenin ilhakını sağlayacak şekilde belediyenin yetki alanını genişletme”yi amaçlayan yasa tasarıları mevcut.

Birleşmiş Milletlerden Kınama

Duvar’a dair Tavsiye Görüşü’nün 75. paragrafında, Uluslararası Adalet Divanı, Güvenlik Konseyi’nin İsrail’in Kudüs’ün statüsünü değiştirme girişimlerine verdiği tepkileri gözden geçirerek “bölgede askerî zaferle toprak ediniminin kabul edilemez olduğu ilkesinin” defaatle hatırlatıldığını belirterek ilgili tedbirleri kınadı. İsrail’in Kudüs’ü “tam ve birleşik” başkent olarak tanımlayan 1980 Temel Yasasını kabul etmesinin ardından, Güvenlik Konseyi 478 sayılı kararında (20 Ağustos 1980), söz konusu 1980 yasasının uluslararası hukuku ihlal ettiğini vurguluyor ve “işgalci güç olan İsrail tarafından alınan ve Kutsal Kent Kudüs’ün karakterini ve statüsünü değiştiren ya da değiştirmeye yönelik tüm kanunî, idarî tedbir ve faaliyetlerin … geçersiz ve hükümsüz” olduğunu beyan ediyordu. Güvenlik Konseyi ayrıca, “Temel Yasayı ve İsrail’in, bu yasanın bir sonucu olarak Kudüs’ün karakterini ve statüsünü değiştirmeyi amaçladığı diğer eylemlerini tanımama” kararı aldı. Bu karar, Güvenlik Konseyi üyelerinden 14’ünün “evet” oyu kullandığı, ABD’nin ise çekimser kaldığı bir oylama ile kabul edildi. Buna göre Uluslararası Adalet Divanı, Altı Gün Savaşları sonrası İsrail’in işgal ettiği topraklarda, yani Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te, “egemen” değil “işgalci güç” olduğunu vurguluyordu (paragraf 78).

Uluslararası hukukta İsrail’in 1967’de işgal ettiği topraklar üzerinde egemenlik iddiasında bulunmaktan men edildiği açıktır. Saldırgan bir işgalci olarak İsrail yalnızca geçici idari yetkileri elinde bulundurmaktadır ve işgal ettiği bölgeleri ilhak edemez. Zira bu, “silahlı güç kullanımıyla kanunsuz toprak ilhakı” anlamına gelir. Dolayısıyla, üzerlerinde egemenliğe sahip olmadığı için söz konusu bölgeler İsrail başkentinin bir parçasını oluşturamaz. Dolayısıyla “Tam ve birleşik” başkent olarak Kudüs’ün sınırlarını belirleyen İsrail iç mevzuatı, uluslararası hukuku ihlal etmektedir ve bu nedenle uluslararası hukuk nezdinde herhangi bir geçerliliği veya yasal hükmü bulunmamaktadır. Zira uluslararası hukukun temel bir diğer ilkesi de devletlerin uluslararası yükümlülüklerinden kurtulmak için iç hukuk unsurlarına başvuramayacaklarıdır.

Trump “Kudüs” İle Neyi Kastediyor?

ABD Başkanı Trump’ın Kudüs’ü başkent ilanına dair cevaplanması gereken temel soru Trump’ın “Kudüs” ile ne(re)yi kastettiğidir. Kastedilen başkent Kudüs, İsrail’in egemenlik alanı içerisinde kalan Batı Kudüs mü, yoksa hâkimiyet alanını yasa dışı yerleşim bloklarını da kapsayacak şekilde genişletmekte kararlı görünen İsrail’in uluslararası hukuka aykırı iddialarını da kapsıyor mu? Şayet ilkinde olduğu gibi yalnızca Batı Kudüs kastediliyorsa, İsrail -uluslararası konsensüsten uzaklaşmış olsa bile, yine de yasaları açıkça ihlal etmediği argümanını öne sürülebilir. Fakat şayet durum ikinci varsayımdaki gibi ise, Amerika Birleşik Devletleri “askeri güç yoluyla toprak ilhakı taleplerinin tanınmaması” ilkesini yok saymış, dolayısıyla açıkça uluslararası hukuku çiğnemiş olacaktır.

Bu arada Başkan Trump’ın, ABD’nin “Kudüs’ün nihai statüsü konusunda taraf tutmayacağı” zira bu meselenin İsrail ve Filistin arasındaki müzakerelerin konusu olduğuna dair açıklaması durumu daha da karmaşık bir hâle getiriyor. ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’ın 7 Aralık’ta Viyana’da yaptığı açıklama da meseleyi açıklığa kavuşturmaya yetmedi. Tillerson, tanımanın hiçbir şeyi değiştirmediğini öne sürerek Kudüs’ün sınırlarının İsrail ve Filistin arasındaki müzakerelerin konusu olduğunu vurguladı.

Hâl böyleyken Trump’ın Kudüs hamlesi belirsizlik ve karışıklıktan başka bir şey sunmuyor. Başkan, kendisi hakkında yapılan pek çok haberi “yalan haber” diyerek geçiştiriyor. Peki şayet bu bildiri de, aslında hiçbir şeyi değiştirmiyorsa, yapılan yalnızca bir “sahte diplomasi” değil mi? Ya da Trump’ın ifadesi, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki İsrail yanlısı baskı grupları ve seçmenlerini sakinleştirme amaçlı bir tür gönül alma jesti olarak mı değerlendirilmeli?

Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Diğer Gündem Yazıları

Son Yüklenenler