'Dosya: "Ulusaşırıcılık"'

AB’nin Temel Değerlerinin Mülteci Kriziyle İmtihanı

Ekonomik bir oluşumdan bir değerler topluluğuna evrilen Avrupa Birliği'nin (AB) temel değerleri, mülteci krizi karşısında ciddi bir sınamayla karşı karşıya.

2. Dünya Savaşı sonrası, Avrupa’da kalıcı barış ortamı oluşturmak ve bu olası barış ortamının istikrarını sürdürebilmek adına birçok Avrupalı karar alıcı çeşitli çalışmalarda bulunmuş, bu ortamın oluşmasını sağlayacak planlar üretmeye başlamışlardır. Bu üretimlerin bir sonucu olarak, Avrupa’da kalıcı barışın sağlanabilmesi adına Fransa ve Almanya’nın Ruhr havzasındaki çekişmesinin bir sonuca bağlanması gerektiğini savunan ve o dönem Fransa Dışişleri Bakanı olan Robert Schuman’ın adını alan “Schuman Planı” yürürlüğe girmiştir. Bu kapsamda Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu, (Federal) Almanya ve Fransa’nın yanı sıra Benelüks ülkeleri (Belçika, Hollanda, Lüksemburg) ve İtalya’nın katılımlarıyla kurulmuştur. Ekonomik bir temelde kurulan ve üye ülkeler arasındaki ticaret ağını genişletmeyi amaç edinen bu kurum başka Avrupalı ülkelerin de katılımıyla, şimdiki bilinen adıyla Avrupa Birliği’nin temelini oluşturmaktadır. Zamanla, ekonomik odaklı bir topluluk olmanın ötesine geçen bu ulusüstü kurum, günümüzde Avrupa devletlerinin siyaset ve hukuk başta olmak üzere birçok konuda temel politikalarının belirlendiği bir yer hâline gelmiştir.

Bununla birlikte, Maastricht Antlaşması ile ilk defa esas alınması gereken değerlerden bahseden Avrupa Birliği, Kopenhag Kriterleri ve Amsterdam Antlaşması ile de birliğin siyasi ve hukuki ilkelerini iyice belirgin hâle getirmiştir. 2001 yılında, Temel Haklar Bildirgesi, üye ülkelerin paylaşması gereken ortak değerlerin vurgulandığı, özgürlükler ve sorumlulukların bütünleşme ideali yolunda ortaya konulduğu bir sözleşme olarak dikkat çeker. Sonrasında birlik için oluşturulması amaçlanan anayasa (Europae Rei Publicae Status), Temel Haklar Bildirgesi’ni de içerisinde kapsayacak şekilde, Avrupa Birliği’nin tanımı, amaçları, yetkileri ve kurumlarının açıkça belirtilip üye ülkelerde halk oyuna sunulan, fakat tüm ülkelerden kabul görmemesi sonucu rafa kaldırılan bir anayasadır. Bu anayasa taslağının 2. maddesinde Avrupa Birliği’nin üzerine kurulu olduğu temel değerlerden bahsedilmekte, bu anayasanın tüm üye ülkeler için ortak olduğu söylenmekte ve ikincil hukuk normlarının daha üzerinde tutulduğu belirtilmekteydi. Bu maddede, “Birlik, insan onuruna saygı, özgürlük, demokrasi, eşitlik, hukuk devleti ve insan haklarına saygı değerleri üzerine kurulmuştur. Bu değerler, çoğulcu, hoşgörülü, adil, dayanışmacı ve ayrım gözetmeyen bir toplumda, üye devletlerin hepsi için ortaktır.” hükmü yer almaktaydı. Temel Haklar Bildirgesi’nin birinci sırasına, “İnsanlık onuru, ihlal edilemez. Saygı gösterilmeli ve korunmalıdır.” ibaresini koyan Avrupa Birliği, anayasa taslağının bu maddesinin başına da insan onuruna saygıdan bahsederek, bu konudaki tutumunu perçinlemiş ve diğer değerlerin dışında, insan onuruna ayrıca öncelik verdiği izlenimi göstermiştir. Bu maddenin ihlali durumu da sonraki maddelerle belirtilen şekilde, ciddi yaptırımlar gerektiren bir hâle getirilerek, ihlalinin caydırıcılığı ayrıca artırılmıştır. Bu bağlamda, birliğin temel aldığı değerlerin korunması ve geliştirilmesi hayati önem taşımaktadır.

İkili Anlaşmalar AB Değerlerini Tehdit Ediyor

2015’ten bu yana küresel çapta ağırlığını gittikçe hissettiren göç krizi, AB’nin bu düzlemde diğer ülkelerle kurduğu ilişki biçimlerini gündeme taşıdı. AB’nin mülteciler konusunda önce Türkiye, ardından Libya ve Sahraaltı ülkelerle yaptığı ikili anlaşmaların öngördüğü uygulamalar, birçok kişi ve yardım kuruluşu tarafından, birliğin temel değerleri olarak öne çıkan prensiplerin ihlali olarak ele alınıyor.[1]

Örneğin, İtalya ve Libya, bu senenin başında, Libya sahil güvenlik görevlilerinin Akdeniz kıyılarındaki düzensiz göçü engelleme çabalarını desteklemeyi amaçlayan bir ikili anlaşma üzerinde uzlaştı. Bu anlaşmayla birlikte, hazırlanan ortak bir güvenlik birimi ile İtalya Akdeniz’deki yasa dışı göçü engellemeyi amaçlıyor. Fakat anlaşmanın yürütücü tarafı olan Libya’daki yetkililerin yeterliliği noktasında ciddi endişeler var. 26 Ekim 2016 tarihinde, Alman yardım örgütü Sea-Watch’ın aktardığı bilgiye göre, üzerinde “Libya Sahil Güvenlik” yazan bir teknenin göçmen botuna saldırısı sonrası[2], 20’nin üzerinde göçmen hayatını kaybetti ya da kayboldu. Benzer şekilde üst düzey bir Libyalı sahil güvenlik yetkilisinin, insan kaçakçılarıyla bağlantısı ortaya çıkmıştı.[3] Bunlar, Libya sahillerinde yasa dışı göçü engellemeyi hedefleyen Avrupa ülkeleri için ciddi problem yaratabilir. Bununla beraber, Avrupa’ya geçmek için Libya’ya ulaşan göçmenlerin tutulduğu merkezlere ilişkin bölgedeki uluslararası kuruluşların taciz, darp ve gayriinsani muamele iddialarını içeren raporları dikkat çekiyor. Uluslararası Af Örgütü’nün 1 Temmuz 2016’da yayımlanan raporunda, Libya’dan geçen kaçak göç rotalarında işkence, cinayet ve cinsel tacizle ilgili dehşet verici bulgular yer alıyor.[4] Kalabalık olan bu yerler, ayrıca sağlık ve hijyen konusunda da oldukça yetersiz durumdalar. Libya ile yapılan son anlaşma, Akdeniz’de yakalanan göçmenlerin bu şartlardaki merkezlerde zorla tutulmasını ön görüyor.

Artan güvenlik problemleri, özellikle Sahraaltı Afrika’dan Avrupa’ya yönelen insan kaçakçılığının Libya’da yoğunlaşmasına sebep oldu. Kaddafi sonrası siyasi istikrarsızlığın egemen olduğu ülkelerde uluslararası anlaşmaların hangi şartlarda ve ne oranda uygulanabileceği hususunda soru işaretleri bulunuyor. Nitekim AB’nin Libya’da muhatap aldığı Batı’daki Trablus merkezli hükûmet, şu anda oldukça geniş ülke topraklarının yalnızca bir bölümünü kontrol edebiliyor. Tüm bunlara ek olarak, bir AB üyesi olan Yunanistan bile, sığınma prosedürünü yeterince yerine getirmek için uygun bir üst ve altyapı hizmeti sunamazken, geniş çapta parçalanmış ve zayıf politik unsurları içerisinde bulunduran Libya’nın bu standartları sınırlı bir süre içinde karşılamasını beklemek gerçekçi olmayan bir hedef. Yine de Avrupa Birliği ülkelerinin sınır güvenliklerini gerekçe göstererek Libya ile anlaşma zeminini yoklamaya devam etmesi ve Libyada, mültecilerin alıkonulduğu merkezler henüz iyileştirilmeden yapılan anlaşmalar, Avrupa Birliği’nin Temel Haklar Bildirgesi’nde bahsettiği “insanlık onuruna saygı”nın açıkça ihlal edildiğini göstermektedir. Bununla beraber AB üye devletlerinin, Dublin Yönetmeliği uyarınca yeniden yerleşim ve yer değiştirme politikalarını benimsemesi gerekir.

Şu ana kadar Avrupa Birliği’nin kurucu değerleri arasında bulunan insan hakları, temel haklar ve özgürlüklere yönelik hassasiyetleri konusunda başarısız bir sınav veren birliğin, bu değerleri bundan sonraki ikili anlaşmalarda nasıl ele alacağı ise şimdiden merak konusu.

[1] http://www.aljazeera.com/news/2017/02/eu-leaders-ink-deal-stem-refugee-flow-libya-170203151643286.html
[2] http://www.independent.co.uk/news/world/africa/refugees-dead-killed-beaten-libyan-coastguard-rescue-german-charity-sea-watch-boat-drowned-a7374376.html
[3] https://www.thetimes.co.uk/article/libyan-coastguard-linked-to-traffickers-ds6w30rzf
[4] https://www.amnesty.org/en/latest/news/2016/07/refugees-and-migrants-fleeing-sexual-violence-abuse-and-exploitation-in-libya/

Engin Gül

Bosphorus Migration Studies Türkiye seksiyonu direktörü, Boğaziçi Üniversitesi Tarih bölümü lisans öğrencisi.
AB Göç Politikaları üzerine araştırmalar yapıyor.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Diğer Gündem Yazıları

Son Yüklenenler