'Dosya: "Okulda Irkçı Ayrımcılık"'

Müslüman Öğretmenlerin Meslektaşlarıyla İmtihanı

Okuldaki ırkçı ayrımcılık biçimlerinden en ilginci öğretmenler odasında yaşananı. Başörtülü üç Müslüman öğretmenle, öğretmenler odasında yaşadıkları ırkçılığı konuştuk.

Alman Anayasası eşitliği garanti altına alıyor, ırkçı ayrımcılığı yasaklıyor ve insan onurunun incitilemez olduğunu söylüyor. 2006 yılından beri mevcut olan Genel Eşitlik Yasası (Alm. “Allgemeines Gleichbehandlungsgesetz”) sivil ve çalışma hukuku alanındaki düzenlemelerle dine dayalı eşitsizliğin ortadan kaldırılması için hukuki çerçeve sunuyor.

Fakat bu ilkelerin pratikte hayata geçirilemediği birçok alan hâlâ var. Çalışma hayatı Müslümanlara yönelik ırkçı ayrımcılığın sıkça gerçekleştirildiği alanlardan sadece biri.

Federal Ayrımcılıkla Mücadele Ofisi’nin 2010 yılında yayımladığı rapora göre Almanya’daki Müslümanlar “çok boyutlu” bir ayrımcılıkla karşı karşıya. Etnik, dinî ve etnik-dinî ayrımcılık olarak listelenen bu boyutlarda Müslümanlar kendilerine atfedilen “etnik” aidiyetler üzerinden, dinî pratikleri üzerinden ya da dışarıdan kendilerine atfedilen başka özellikler üzerinden ayrımcılığa uğruyorlar.

Irkçı ayrımcılığın uygulandığı en hassas alanlardan birisi ise öğretmenler odası. Öğretmenlerin diğer öğretmenlere, aday öğretmenlere ya da stajyer öğretmenlere, yani mevcut ya da müstakbel meslektaşlarına yönelik ırkçı yaklaşımlarının vahim bir boyutu var: Bu öğretmenler, aynı nedenle öğrencilere de ayrımcı ve ırkçı tavırlar sergileme potansiyeline sahipler. Çoğulculuğu henüz öğretmenler odasında içselleştirememiş bir öğretmenden, bunu sınıftaki öğrencilerine anlatmasını beklemek gerçekçi değil. Çünkü toplumun şekillenmesinde kilit bir konuma sahip olan öğretmenler, azınlıklara yönelik açık ve hoşgörülü bakışı benimsemesi gereken ilk aktörler arasında yer alıyor.

Nilgün Hanım: “Her Yerde Ayrımcılık Gördüğüm İddia Edildi”

48 yaşındaki tecrübeli öğretmen Nilgün Hanım*, Almanya’nın Hollanda sınırında bir okulda Almanca ve Eğitim Bilimleri dersleri veriyor. Dosya için onunla söyleşi yapmak istediğimiz görüşmede, “Size yardımcı olabileceğimi sanmıyorum.” diyor. “Çünkü ben şu anda görev yaptığım okulda dinim, etnik kökenim ya da başörtüm sebebiyle ayrımcılık yaşamıyorum.” Bu sevindirici haber üzerine Almanya’daki okullarda görev yapan Müslüman öğretmenlerle ilgili “bütünüyle olumsuz” bir tablo çizmek istemediğimizi, tam tersine var olan resmi ortaya koymak istediğimizi söyleyip yine de söyleşiyi yapmaya karar veriyoruz.

17 senedir öğretmenlik yapan Nilgün Hanım, söze diğer öğretmenlerle yaşadığı ufak tefek anlaşmazlıkların doğrudan başörtüsü ya da Müslüman oluşuyla ilgili olmadığını açıklayarak başlıyor. “İnsan herkesle aynı şekilde anlaşamaz. Elbette arada birkaç öğretmenle anlaşamadığımız hususlar oluyor. Fakat bunlar benim dinî kimliğimle değil, şahsi farklılıklara ilgili.”

Konu aday öğretmenlik dönemine geldiğinde ise Nilgün Hanım’ın ses tonu değişiyor. “Aday öğretmenlik esnasında çok ciddi problemler yaşadım!” diyor bezgin bir sesle. “Doğrudan dışlamalar, ‘Seni dersime alamam’ diyen öğretmenler, beni aday öğretmen değil de öğrenci gibi görüp aşağılayanlar…” Bütün bunları o zamanki okul müdürüyle konuştuğunda ise okul müdürünün tepkisinden bahsediyor. Şöyle demiş müdür Nilgün Hanım’a: “Siz biyografiniz sebebiyle böyle düşünüyorsunuz. Çok alıngansınız ve hep ayrımcılık yaşadığınızı düşünüyorsunuz.” Nilgün Hanım, “Yani ben her yerde ayrımcılık görüyordum ona göre.” diyor.

Neden müdürü de aşıp şikâyetini bir üst merciye taşımadığı sorulduğunda, “Gücümün yetmeyeceğini düşündüm” diyor. “Aday öğretmen olarak o kadar büyük bir performans baskısı altındaydım ki, tüm şartlara rağmen kendimi ispatlamam gerekiyordu. O esnada bir de farklı sorunlar yüklenmek istemedim.”

Bu kendisini ispatlamak hissi onda çok büyük zorlanmalara yol açmış: “İşyerine arabanın içinde bağıra bağıra ağlayarak gidiyordum. Fakat oraya vardığımda bana hiçbir eleştiri yöneltilmemesi için pür dikkat oluyordum.”

Bu gerginlik, o sırada Nilgün Hanım’ın gözetmen öğretmenleri ve diğer meslektaşları tarafından fark edilmemiş bile. Almanca öğretmeni olarak bir gün “Szene” (sahne) kelimesi yerine “Zähne” (diş) diyerek telaffuzda hata yaptığında gözetmen öğretmeni kendisine, “Siz önce bir Almanca öğrenin de gelin.” demiş. Bu hatayı eleştiren aynı öğretmen, Nilgün Hanım’ın “Almanca öğretmeni olamayacağını”, çünkü başladığı her cümleyi gramere tamamen uygun bir şekilde bitirdiği için “normal konuşmadığını” da söylemiş. Yani telaffuzu nedeniyle eleştiren öğretmen, bu seferde Nilgün Hanım’ın mükemmelliyetçiliğini eleştiri gerekçesi yapmış.

Ayrımcılık yaşayan öğretmenler genelde “çatışmadan” kaçınmak için özel bir titizlik gösteriyorlar. Örneğin Nilgün Hanım, kendisini derste çok provoke eden bir öğretmenin dersine katılmayı “olayı daha da sivriltmek istemediği için” bıraktığını söylüyor.

Fakat bu vazgeçme, “sinmek” anlamına gelmemiş hiçbir zaman. Mesleği bırakmayı hiç düşünmemiş: “Tam tersine, her zaman ‘Bunlara göstereceğim! Daha yüksek bir konuma geleceğim!’ dedim.” Bunu sağlayan da ona özel hayatında destek çıkan, ön yargıları aşıp yoluna devam etmesi için yüreklendiren arkadaşları olmuş: “Onlar olmasa, tek başıma yapamaz, depresyona girerdim.”

Fakat öte yandan Nilgün Hanım’ın mesleğine sıkıca bağlanmasında başka etkenler olduğunu da görmek gerek. Öğretmenlerin yaşadığı ayrımcılık vakıaları her ne kadar yaygın olsa da, bunların hâlâ “istisna” sayıldığını söylemekte fayda var. Nitekim bu sorunları yaşadığı okulu değiştirdiğinde Nilgün Hanım, yeni müdüründen Almancayı kullanışıyla ilgili övgüler almış. Aday öğretmenken ona yapılan “normal olmayan bir mükemmellikte konuşmak” eleştirisi, bu sefer yeni müdürün “etkileyici bulduğu” bir iltifata dönüşmüş. Yeni okulda deneme süresi bitince müdür onun performansını üst düzeyde bulmuş.

Aynı şekilde aday öğretmenlerin katıldığı son kolokyumda yaşadığı bir olay da Nilgün Hanım’ın doğru mesleği seçtiği konusunda onu ikna etmiş: “Bir seminer yöneticim vardı. Benim yaşadıklarımı hep uzaktan, müdahale etmeden takip etti. Son kolokyumu bitirdikten sonra 20 dakikalık bir görüşme olup bana değerlendirmeyi bildireceklerdi. Benim görüşmem saatlerce sürdü. O kadar uzun sürdü ki beni unuttular sandım. Sonra değerlendirmede kıt kanaat geçtiğimi söylediler. Aynı akşam bütün öğretmen adaylarının katıldığı bir yemekte seminer yöneticim beni kenara çekip benimle bir şey konuşmak istediğini söyledi. Meğer kolokyumdakiler beni bırakmak için müthiş gayret etmişler ve benim öğretmen olmamı istememişler. Müslüman bir kadının Almanlara başörtülü olarak ders veremeyeceğini söylemişler. Seminer yöneticim de ‘Eğer bu kızı bırakırsanız, başka bir okulda daha yüksek bir notla geçecek. Bu kız mizaç olarak öğretmen olacak bir yapıda. Siz geçirmezseniz, başkası muhakkak geçirecek.’ dediğinde, ‘O zaman daha düşük bir notla geçirelim.’ demişler.”

Müslüman öğretmenlerin, bilhassa başörtülü öğretmenlerin yaşadıkları ayrımcılığa karşı en etkili önleyici mekanizmanın, doğrudan diğer öğretmenler tarafından sergilendiğini söylemek de mümkün. Ayrımcı uygulamalara meyleden öğretmenlere karşı en etkili direnişi, diğer öğretmenler gösteriyor.

Nilgün Hanım’ın kendisini kanıtlamak zorunda olduğu insanlar sadece meslektaşları olmamış, aynı zamanda velilerin ön yargılarıyla da mücadele etmek zorunda kalmış: “Henüz okulu ve benim eğitim şeklimi tanımayan velilerden beni sorgulayanlar oldu. Yeni bir sınıfa geçtiğimde ilk birkaç ay velilerle çetin bir mücadeleye girdiğim ve onlara kendimi ispatlamak zorunda kaldığım zamanlar da oldu. Ama bu süreci atlattıktan sonra gayet iyi anlaştık.”

Her şeye rağmen Nilgün Hanım, ayrımcılık sınırının hassas olduğunu ve bazen bu çizginin çok kolay aşılabildiğini de söylüyor. “Öğretmenlerle sorun yaşayan veliler, sadece ben başörtüsü taktığım için benimle sorun yaşamıyorlar, diğer Alman öğretmenlerle de sorunlar yaşıyorlar. Bunun dışında tek başına aday öğretmen olmak da farklı bir şey. Aday öğretmenlere yönelik yüksek performans beklentisini sadece Müslümanlar değil, gayrimüslim öğretmenler de yaşıyor. Ben çok ciddi problemler yaşamış olmama rağmen, yaşanan sorunların bütünüyle ayrımcılıkla ilgili olduğunu düşünmüyorum. Gayrimüslim öğretmenler de sistemin sürekli getirdiği yeniliklerden dolayı ciddi bir cenderenin içindeler, onların da okulla günlük hayatlarını idame ettirebilme zorlukları var. Bir de bu zorluk içinde farklılıklardan bahsetmek, sadece etnik ya da dinî değil üstelik, örneğin sorunlarınızdan bahsetmek, mazeretler sunmak hoş karşılanmıyor. Erken evlenmiş olanlar, çok çocuğu olanlar, farklı yaşam tarzına sahip olanlar, kendi özel sorunları olanlar… Okul yönetimi özel ihtiyaçlarla uğraşmak istemiyor, çünkü performans beklentisi üst düzeyde. Bu beklentiden sapma gösterildiğinde uçta bir azınlık oluyorsunuz. Elbette bu da bir dışlanma; ama ırka değil, performans beklentisine dayalı bir dışlanma bence.”

Yaşadığı ayrımcılıklara rağmen, ilk müdürünün dediği gibi “her yerde ayrımcılık gören” bir öğretmen değil Nilgün Hanım. Meslektaşlarının ona yönelik şüpheyle yaklaşımını bir şans olarak bile gördüğünü söylüyor: “İnsan kendisini ‘Ben Müslüman’ım’ diye tanıttığı anda medyada sunulan görseller nedeniyle önce bir soru işareti oluşuyor. Ama orada kendini takdim etme ve ispatlama fırsatı çıkıyor ve bu kötü değil. Bizim esas görevimiz bu. Çalıştığımız yerde değiştirmemiz gereken şeylerin olmadığı başka bir mesleği de seçebilirdik. Ama o zaman meslek eğitimimiz sadece para kazanmaktan ibaret olurdu.”

Esra Hanım: “Yeterince ‘Liberal’ Olup Olmadığım Sorgulandı.”

26 yaşındaki Esra Hanım*, Almanya’nın batısında büyük bir şehirde 1.5 senedir Almanca ve Sosyoloji öğretmenliği yapıyor.

İlk başvurduğu okulda notları iyi olduğu için görüşmeye çağrılmış, ama başörtülü olarak gittiğinde kendisine “Sizi bu okulda istemiyoruz.” denmiş. “Şu anki okulum beni kabul etti. Aslında okulumda mutluyum. Ama ufak tefek sorunlar yaşıyorum. Bazı öğretmenler selamımı almıyor mesela.” diyor.

En son yaşadığı sorunu ise şöyle anlatıyor Esra: “Okulumuzda ‘uluslararası sınıf’ diye adlandırdığımız mülteci sınıfları var. O sınıflar için öğretmen gerekiyordu. Almancayı ikinci yabancı dil olarak öğretebilmek adına bir eğitim sunuldu, ben de kaydolmak istedim. Ardından müdür yardımcısı benimle görüşmek istediğini söyledi. Görüşmede bana şunları anlattı: ‘Seni aslında başörtülü olduğun için mültecilerin olduğu sınıfa vermek istemiyoruz. Ne kadar liberal olduğunu bilmediğimiz için bunu yeniden tespit etmek istedik.’”

Müdür yardımcısı, başörtülü olduğu için Esra’nın mülteci öğrencileri “etkileyebileceğinden” endişe etmiş. Esra bunun üzerine, “Eğer iddia ettiğiniz gibi çocukların ‘beynini yıkamak’ istesem, bunu sadece mülteci çocuklara değil, diğer çocuklara da yapabilirdim. Bu konudaki duruşumu öğrenmek istiyorsanız diğer sınıflardaki öğrencilerimle ya da velilerle görüşebilirsiniz.” cevabını vermiş.

Esra kendisine okulda sıkça Türkiye siyasetiyle ilgili de sorular sorulduğunu belirtiyor. Almanya’da siyasi tercihlerin konuşulması aslında tabu olsa da söz konusu Türkiye kökenlilerin Türkiye siyaseti ile ilgili tutumları olunca bu “seçim gizliliği” pek de kutsal olmayabiliyor. Genelde Türkiye siyaseti üzerinden alınan pozisyonlar, Almanya’daki “entegrasyon” derecesinin bir ölçütü olarak görülebiliyor. Esra Hanım da Türkiye siyasetiyle ilgili pozisyon almak zorunda bırakıldığını söylüyor: “Bir fikir belirtmediğimde muhakkak hangi tarafı tuttuğumu öğrenmek istiyorlar. Tarafsız olabileceğime bir türlü inanmak istemiyorlar.”

Kendisi aday öğretmenlik sürecinde katıldığı seminerlerde “zaten bu hâliyle iş bulamayacağı” ya da “asla memur olamayacağı” gibi sözlerle karşılaşmış. Bu durumlarda çevresinden aldığı desteğin önemli olduğunu söylüyor: “Aday öğretmenlik süreci zaten çok stresli. Bir de bu tarz söylemler insanın motivasyonunu düşürüyor. O dönemde Türk ya da Alman bana destek olan, benim örtülü kızlar için örnek olacağımı söyleyen, başörtüsünün mesleğim için engel teşkil etmeyeceğini anlatan arkadaşlarım oldu. Onlar motivasyonumu diri tutuyordu.”

Bu dışlayıcı tavırlar da onun motivasyonunu arttırmış: “İnsan çok seviyesiz bir şekilde rencide edilince daha da hırslanıyor ve daha çok çaba gösteriyor. Zorlanıyorum, ağırıma gidiyor, ama öğretmenlerin karşısında ağlamıyorum. Arabaya bindiğim an gözlerimden yaşlar akmaya başlıyor.”

Bu “incindiğini asla belli etmeme” ihtiyacı, ayrımcılığa maruz kalan birçok başörtülü öğretmende var gibi görünüyor. Başörtülü öğretmenler, duygularını belli etmeme, güçlü olduğunu gösterme gibi bir zorunluluk içerisinde hissediyorlar kendilerini.

Esra Hanım’a göre öğrencileri hayata hazırlayan “okulda” ayrımcılığa maruz kalmak çok daha ciddi bir sorun. “Dış görünüşümüz ve ismimiz üzerinden insanlar bizi hemen bir kategoriye koyabiliyor. Ama ırkçı bir öğretmen dış görünüşünden fark edilmiyor. Bence asıl tehlike, etrafındaki öğretmenlere ve öğrencilere ırkçı ayrımcılık yapmasına rağmen dışardan hiçbir şekilde tehlike olarak görülmeyen öğretmenlerin kendisi. Irkçı ayrımcılık öğrencilerin psikolojilerine ve karakterlerine çok büyük etki ediyor.”

Esra Hanım öğretmenlerin eğitimleri esnasında bu yönde özel bir öğretime tabi tutulmadığından da bahsediyor: “Almanya’da giderek yükselen bir fenomen ırkçılık. Öğretmenlerin eğitiminde buna yönelik tedbirler alınmaması sistemin ciddi bir eksikliği.”

Almanya’da “ırkçılığın olmadığı okul” (Alm. “Schule ohne Rassismus”) gibi projeler var. Bir okuldaki öğretmen, öğrenci ya da teknik personelin en az yüzde 70’i okuldaki her türlü ayrımcılığa aktif bir şekilde karşı çıkacaklarını ve projeler gerçekleştirebileceklerini taahhüt edip imza attıklarında okul “Irkçılığın Olmadığı Okul” başlığını kazanıyor. Esra Hanım çalıştığı okulda bu projenin uygulandığından, ama bunun sadece göstermelik olduğundan bahsediyor.

Mültecilere Almanca dersi vermek konusunda müdür yardımcısının kendisinin “liberalliğini” sorgulaması üzerine Personel Dairesi’ne başvuracağını söylüyor Esra. “Peşine düşmedikçe böyle olaylar çoğalıyor. Diğer öğretmenlerde ‘Ben istediğimi yaparım, cezasını da çekmem.’ durumu var.”

Sorun yaşamaktan korkup korkmadığı sorulduğunda ise şöyle cevaplıyor: “Korkmuyorum, çünkü haklı olduğumu biliyorum. Korksam bile ne yazar? Benden sonra gelenlere ayrımcılık yapılmaması, bu işin böyle devam etmemesi için bir şeyler yapmak zorundayım.”

Sena Hanım: “Sürekli Kaygan Bir Zemin Üzerindesin.”

27 yaşındaki Sena Hanım*, öğretmenlik eğitimini henüz tamamlamamış. Japonca ve Almanca öğretmenliği okuyan Sena Hanım yüksek lisans esnasında mesleki tecrübe kazanmak için birkaç özel dil okuluna öğretmenlik başvurusunda bulunmuş ve dünyaca bilinmiş bir okuldan iş görüşmesi için davet almış. Görüşmeye gittiğinde yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “Müdür bana soğuk bir şekilde okulu tanıttı. Sonra kendimi anlatmamı istedi. Ben de Japonya’da yaptığım stajı, şimdiye kadar çalıştığım okulları, üniversitede üstlendiğim görevleri anlattım. Dünyanın her yanından birçok öğrenciye Almanca öğrettiğimi belirttim. Bunları dinledi. Ardından bana şu soruyu sordu: ‘Sena Hanım, siz Almanya’da doğdunuz. Neden başörtüsü takıyorsunuz ki? Benim bir arkadaşım var. O başörtüsü takmamak için sa-vaş-tı!’”

Sena Hanım bunun üzerine başörtüsü takmamak için savaşanlar olabildiği gibi, başörtülü hayatına devam edebilmek için de “savaşanlar” olduğunu söylemiş. Bunun üzerine de görüşme bitmiş. Kapının önünde müdürün kendisine yeni bir soru sorduğunu söylüyor: “Siz burada gerçekten, ama gerçekten çalışmak istediğinize emin misiniz? İsterseniz biraz düşünüp bana haftaya cevap verin.” Sena Hanım bu soruya, “Ben eminim, bu cevap için haftaya kadar beklememize gerek yok.” demiş. Bunun üzerine müdür, “Siz beni en iyisi haftaya arayın.” demiş. Haftaya aradığında ise, “işe başka birisinin alındığı” söylenmiş.

“İşin garip tarafı bana başka birisinin alındığı söylendiğinde ilanın internet sitesinde hâlâ duruyor olmasıydı.” diyor Sena Hanım. Dahası kendisi reddedildikten birkaç ay sonra, daha önce hiç iş tecrübesi olmayan başka biri öğretmen olarak işe alınmış.

Sonrasında başka bir yere başvurmuş ve kabul edilmiş: “Görüşmeye gittiğimde bana başörtüm, kültürüm, dinim ya da Türklüğüm hakkında bir soru sorulmadı. Sadece tecrübelerim, sertifikalarım hakkında sorular soruldu.”

Çalışmaya başladıktan sonra iş arkadaşlarından birinin ismini takdim ettikten sonra, “Yabancılar benim ismimi anlayamaz.” dediğini anlatıyor. Aynı kişinin karşılaştıklarında selam vermediğinden, bir başkasının “Erdoğan hakkında ne düşünüyorsun?” soruları sorduğundan bahsediyor. Sena Hanım, dünyanın her yerinden öğrencilerin geldiği bir dil okulunda bile kültürlerarası yetkinlik olmayışına şaşırdığını anlatıyor.

Sena Hanım’ın asıl ayrımcılık tecrübesi, bir devlet okulunda yapmak zorunda olduğu stajla başlamış. Evinin yakınındaki bir okula kabul edilmiş. İlk gününde stajını idare edecek öğretmen onu diğer öğretmenlerle tanıştırmış. Öğretmenler odasından çıktıktan kısa bir süre sonra ise okul müdürü yanına gelip, “bir sorun olduğunu” söylemiş: “Müdür bana öğretmenlerden bazılarının başörtümden rahatsız olduğunu söyledi. Ardından da birlikte öğretmenler odasına çıkıp, bu konuyu benden rahatsız olan öğretmenlerle konuşmayı teklif etti. Ben de arkamdan konuşmak yerine yüzüme söylemelerinden mutluluk duyacağımı söyledim.”

Yukarı çıktıklarında müdür, diğer öğretmenlere konuyu konuşabileceklerini söylemiş. Öğretmenler de sırayla söz almışlar. İlki şöyle demiş: “Eğer bu duvarlara haç asılamıyorsa, eğer Noel pazarına artık Noel pazarı denemiyorsa, Noel şarkıları söylenemiyorsa, ben de burada başörtüsü takılmasını istemiyorum.”

İkincisi: “Siz başörtüsüz öğrenciler için bir tehlike arz ediyorsunuz. Onlar sizi gördüklerinde başörtüsü takmak konusunda kendilerini baskı altında hissedebilirler.”
Üçüncü öğretmen ise Türkiye’de başörtüsü sorunundan bahsederek “Erdoğan’ın diktatör olduğunu ve Türkiye’de de özgürlük olmadığını” belirtmiş.

Bütün bunları sessizce dinleyen Sena Hanım hepsine tek tek cevap vermiş. İlk öğretmene, “Siz nerede yaşıyorsunuz bilmiyorum ama biz Noel pazarına hâlâ Noel pazarı diyoruz.” demiş. İkincisine, “Şimdiye kadar dünyanın dört bir yanından öğrencim oldu. Kimsenin benim başörtüm sebebiyle baskı görüp başörtüsü taktığına tanık olmadım.” demiş. Üçüncüsüne ise, “Ben burada Türkiye ya da Erdoğan temsilcisi olarak bulunmuyorum. Ben buraya bir ‘Müslüman’ ya da ‘Türk’ stajyer olarak da gelmedim. Ben buraya ‘stajyer’ olarak geldim.” demiş. Bunları anlattıktan sonra şöyle diyor Sena Hanım: “Onlar beni laf söz bilmez, sinik bir stajyer zannettiler. Cevaplarım karşısında sustular ve ‘1 aylığına bu duruma tahammül edebiliriz.’ dediler.”

Sena Hanım’ın başörtüsü, verdiği cevapların ardından bir anda kendisine “tahammül edilebilen” bir şeye dönüşmüş, fakat sorun devam etmiş: “Staj süresince bu öğretmenlerden hiçbiri bana selam vermedi. Okulda mültecilere yönelik sınıflar vardı. Bu yeni sistem hakkında bilgi sahibi olmak için bu sınıflarda derse girmek istediğimde öğretmen beni dersine kabul etmedi.”

Bu durumun mesleğe henüz girmemiş biri olarak oldukça olumsuz olduğunu söylüyor Sena Hanım: “İnsanların tecrübelerime değil, örtüme bakması beni sinirlendiriyor. Muhataplarımın tamamının karşısında nitelikli bir öğretmen adayı olarak duruyordum. Ama sanki onlardan daha az nitelikli bir iş yapıyormuşum muamelesi görüyordum.”

Sena Hanım, bu tecrübelerin onun için ne anlama geldiğini şöyle anlatıyor: “Hep kaygan bir zemindesin. ‘Sana bir soru sorabilir miyim?’ dendiğinde, ‘İşte şimdi yine o sorulardan biri gelecek.’ diyorsun. Kendini bir savunma pozisyonuna sokuyorsun, argümanlar bulmaya çalışıyorsun.”

(*Bu yazı için yapılan söyleşilerde yer alan öğretmenlerin ismi değiştirilmiştir.)

©Flickr.com/ohallmann

Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Diğer Gündem Yazıları

Son Yüklenenler